Cross-dresser nedir? Travesti nedir? Sadece karşı cins kıyafeti giymek midir? Karşı cins gibi davranmak da buna girer mi? Bazıları da kısa süreli bir giyimden bahsediyor. Neye göre değişiyor? Günde kaç dakika veya saat karşı cins kıyafeti giyildiğinde cross-dresser olunur! Travesti farklı bir şey mi? Bu girişten anlaşıldığı üzere bu sayının dosya konusu “cross-dresser” ve başka arkadaşlar da bu konuda yazacaklardır, belki de bu soruları da cevaplarlar, kim bilir?
Önce “cross-dresser” veya “travesti” dendiğinde aklıma gelenleri bir sıralayayım, bakalım neler çıkacak. Türkiye’de travesti denilince “ameliyata hazırlık yapan transseksüel” gibi bir şey algılanıyor. İnternette baktım A.B.D. ve diğer Avrupa ülkelerinde daha net bir tanımlama var. Karşı cins kıyafeti giyen -daha sonradan buna bir de “karşı cins gibi davranan” da girmiş- demek ama Türkiye’de bu şekilde pek anlaşılmıyor. Bu yüzden kendilerini tanımlamak için İngilizcesi olan “Cross-dresser”ı kullananlar da var. Türkçe yayınlanan bazı internet sitelerinde kullanıcılar kısaltarak (CD) olarak kendilerini tanımlıyorlar.
Genelde cross-dresser denilince kadın kıyafeti giyen erkek akla gelir, çoğunlukla da bu durum tanımlanır. Kadınların erkek kıyafeti giymesi bu tanıma sokulmaz. Nedense kadın cross-dresser’ın veya kadın travestinin az olduğu ve erkek kıyafeti giymenin çok da önemli olmadığı öne sürülür. Toplumun gözünde erkeğin kadın kıyafeti giyerek “kadınlık üzerinden aşağılanması” daha önemlidir.
Şimdi de biraz kendi “cross-dresser”, “travesti”liğimden söz edeyim. Sadece bundan. Nedenini araştırmadan. Burası önemli. Neden aramak, travesti olmayanı doğru kabul eden ve travestiliği buna göre yorumlayan bir bakışı anlatır. Nedeni araştırmak birbirinden farklı durumları karşılaştırmaya da sevk edebilir. Genelde olur bu, “toplumda lezbiyenler daha çok kabul görüyor, feminen geyler ise daha zor” gibi cümleleri duyanlarımız vardır. Feminen geyler “kadınlık” üzerinden, yani “kadına benzediği” için bir aşağılama yaşarlar, lezbiyenler ise toplumda “kadının cinselliğinin önemsenmemesi” yüzünden, yaşadıkları hemcins birlikteliğinin görünmezliğinde boğulurlar. Aslında her ikisi de toplumda kabul görmez. Sarf edilen bu ve benzeri cümleler yaşanan travmaları, dışlanmışlığı, aşağılanmayı, ezilmeyi yok sayan, hafife alan bir durum yaratır. Yaşananları başkalarının gözünde önemsizleştirir.
Bu yüzden, sadece, yaşamım boyunca çeşitli çevrelerde bana söylenmiş sözlerden yola çıkarak kadın travesti olmanın da zor olduğunu, devamlı bir “kadın ve kadınlık” vurgusuna yönlendirildiğimi ve diğer LGBT’lerin de yaşadığı aşağılanma ve yok saymadan nasibimi aldığımı söylemek istiyorum. Daha açılan olmadığı heteroseksüel bir ailenin içinde büyütüldüm. Kadın bedeninde doğdum. “Kadın” olarak yetiştirildim. Büyürken de kadınlığı kodlayan şeyleri yapmadığımda “kadın” olmayacağım diye korkanlar tarafından engellendim. Kodlar döneme göre değişebiliyor. Belki biraz detay vermek iyi olur. 1972‘de doğdum. Çocukluğumun geçtiği yıllarda “kadın” olduğunu gösteren göstergelerden biri istisnasız yaşı ne olursa olsun tüm kadınların etek giymesiydi. Devlet kurumlarında kadınların pantolon giymesi 2001’de gerçekleşti (üşenmedim Google’da baktım). Ben ise pantolon giymeye bilinçli olarak altı yedi yaşlarında başladım. Annem yalvarırdı “ne güzel eteklerin var, niye giymiyorsun” diye, ha bu arada o zamanlar çocuklara ne giymek istedikleri sorulmaz mağazaya gidilir ve alınırdı. Genellemeyeyim, benim ailem öyle yapardı. “Kız” çocuklarının giymesi gereken ne varsa o alınırdı, ben de giymezdim. Bu yargıların ve yönlendirmelerin ne kadar kemikleşmiş olduğunu gösteren bir örnek ise teyzemden geldi; sık görüşmeyiz ama dokuz yıl sonra görüşmek zorunda kaldık, beni gördüğünde ilk sorduğu şey “aa Aligullüm ben seni hiç etekli görmeyecek miyim” oldu.
Buluğ çağına girince ailedeki kadınlar daha bir “kadınlığa giriş” dersi vermeye başladılar. Yoğunlaştırılmış kurslar gibiydi. Buna bir de babam katıldı. Koro halinde “genç kızlar makyaj yapar, makyaj yap”, “saçını şöyle tara”, “daha canlı şeyler giy” diye direktifler verip bir de buna “topluklu ayakkabı” giyme fantezilerini eklediler. Benim fantezim hiç olmadı ama maşallah onlar benden daha meraklıydılar. Babamın gardırobundan besleniyordum. Kazakları favorimdi, klasik (ceket-gömlek- pantolon) takım giydiği için bunlara pek dokunmazdım. Kadın’a ait görülen birçok şey (giyim, makyaj, vs.) ilgi alanımda olmadığından ve de aynı cinsel yönelime de sahip olmadığımdan benle aynı yaştaki kadınlarla iletişim kurmakta zorlanırdım. Onlara benzemediğim için daha çok dışarıda bırakılırdım.
Hızlı geçeyim, büyüme sürecim boyunca duyduğum cümleleri yazsam, nasıl “tek tipleştirildiğimi”, iki cinsiyetten birine yönlendirildiğimi anlarsınız, umarım. “Niye oje sürmüyorsun, kadınların elleri bakımlı olmalıdır”, “niye canlı renkler –kırmızı, pembe, yeşil, vs.-giymiyorsun (mavi, gri, siyah, lacivert erkeklerin rengidir)”, “elini arkanda birleştirerek yürüme, ne o öyle hacıağa gibi”. Bunlar yıllar içinde bende iz bırakan cümleler. Bu tür cümleler sadece aile ve akrabalardan gelmiyor, arkadaş ve hatta lezbiyen/biseksü el sevgililerden de gelebiliyor. “Kadınlardan hoşlandığını söylüyorsun ama erkek gibisin, lezbiyenler de kadınlardan hoşlanır”, “erkek isteseydim erkekle birlikte olurdum” diyenler de çıktı.
Tabii bu insanlardan etkileniyordum ve onların verdikleri kalıplara uymaya çalışıyordum. Fakat bu zordu, kendim değil bir başkası olmaya zorlanıyordum. Eski fotoğraflara baktığımda “kadınsı” bulduğum fotoğraflarım yok değildi. Onlar ise bu “uyum” çabalarının sonuçlarıydı. Bu fotoğrafların içinde beni kendimden en nefret ettirenleri düğünlerde çekilen fotoğraflardı. Düğünler kadınların ve erkeklerin “en erkek”, “en kadın” oldukları, bir çeşit şov yaptıkları yerler haline gelirdi. Kadınların günlük hallerinden bin kat daha fazla makyaj ve “kuş yuvası” (ama öyle) saçlar yaptırdıkları, abartılı kıyafetler giydikleri, erkeklerin ise takım elbise ve tıraş olayına girdikleri gösteri dünyasıydı. O kıyafetlerin içindeyken aynada gördüğüm kişiyi tanımıyordum. Kâbusumdu. O günden bugüne, çok az düğüne gittim, ee tabii sosyal alan da daralıyor o zaman.
Karşı cins kıyafetleri giymek -ve karşı cins davranışları göstermek- çoğu zaman aşağılanmayla dışlanmayla karşılaşmak demektir. Sokakta yürürken dışarıdan belli olmuyorsam kişilerin dikkatli bakışlarını üzerimde yakalarım, “kadın mı, erkek mi, ne ki bu?” bakışlarıdır bunlar. Bazen de alaylı gülümsemelerle karşılaşırım. İçimde en çok yer eden de bana dikkatle bakan adamın delici bakışlarındaki nefret olmuştu. Bunları çevremde anlattığımda bazı travesti ve transseksüel arkadaşlar bana “n’olmuş ki? Biz her gün bunun beş katını yaşıyoruz” derler. LGBT’nin her harfi karşı cins ilişkilerin yüceltildiği, erkek egemen, ailenin kutsal sayıldığı bir yerde çok çeşitli eziyetlere maruz kalıyor. Bunları kimse inkâr edemez. Fiziksel şiddet kadar yukarıda saydığım sosyal şiddet de hayatımızda etki bırakan bir şeydir. Bu tür sözler insanda “yaşadıklarımın dikkate alınması için illa dövülmem mi gerekiyor” tepkisini verdiriyor.
Bazı arkadaşlarımdan da “transseksüel de değilsin, toplumsal cinsiyet kodlarını yeniden üretiyorsun, ne menem bir şey yapıyorsun sen” gibi laflar işitirim. Dengeli bakmak lazım diye düşüyorum. Toplumsal cinsiyeti yeniden üretiyor olabilirim ama sadece ben üretmiyorumdur diye de düşünüyorum. Toplumsal cinsiyet rollerini inceleyebiliriz ve bu inceleme sonucu belki davranış kalıplarında da bir değişikliğe gidebiliriz. Sonuçta birçok farklı “erkeklik” ve de “kadınlık” vardır. Biraz daha geniş açıdan bakıp, belki de “kadın nedir, erkek nedir” diye de sormamız gereklidir. Bu biçimler de incelenebilir. Sorgulamalar yapmak, sonuçlar çıkarmak, hayatında bunları uygulamak kişisel bir irade sonucu olmalıdır, dayatmayla değil.
Düşündüm de, sanırım, benimki biraz uzun dönem travestiliğine giriyor. Böyle bir sınıflandırma yok, ben uydurdum. Son bir senedir, “ne biçim kadınsın” iması barındıran sözlere kimden gelirse gelsin artık prim vermiyorum. Evet, erkeksiyim. Evet, erkek kıyafetleri giyiyorum. Kendimi böyle daha rahat hissediyorum. Sadece bunun kabul edilmesi benim için yeterli. Daha yazarım da, bunaltmayayım, bir daha ki sayıya artık…
aligullüm
bu yazı dönme dergisinin ikinci sayısındadır. bekleyiniz, okuyunuz, ısrarla sorunuz
bu yazıda sanal reklam uygulaması vardır. :)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder